Bin beş yüz yıldan fazla bir süredir, satranç askeri strateji aracı, insan ilişkilerinin metaforu ve bir zeka ölçütü olarak kullanılmaktadır.
Efsaneler oyunun kökeninin 6. yüzyıla dayandığını söylese bile, oyun hakkında en eski kayıtlarımız 7. yüzyıla dayanıyor. Güya, Gupta İmparatorluğu’nun en genç prensi savaşta öldürüldüğünde erkek kardeşi sahneyi yas tutan annelerine göstermenin bir yolunu buldu. Diğer popüler oyunlarda kullanılan 8×8 ashtapada tahtasında, iki önemli özelliğe sahip yeni bir oyun çıktı: hareket için farklı kurallar farklı taş türleri ve kaderi, oyunun sonucunu belirleyen tek bir şah parçası. Oyun aslında “Chaturanga” olarak biliniyordu. Sanskritçede “dört bölüm” anlamı olan bir kelime. Fakat Sasani İmparatorluğu’na yayılmasıyla mevcut adını ve terminolojisini aldı.
Satranç, kral anlamına gelen “Şah”tan, ”Şah mat” ise “Şah Çaresizdir” anlamındaki “shah mat”tan türemiştir. 7. yüzyıldaki Pers’in İslami fethinden sonra, satranç, Arap dünyasına tanıtıldı. Taktiksel bir simülasyon kavramını yitirerek zengin bir şiirsel görüntü kaynağı haline geldi. Devletler, politik güçlerini tanımlamak için satranç terimlerini kullandılar. Başta olan halifeler, hevesli birer oyuncu haline geldiler. Ve tarihçi El Mas’udi, satrancı, şans oyunlarına nazaran insanın hür iradesinin bir kanıtı olarak görüyordu.
İpek Yolu üzerindeki ticaret, oyunun birçok farklı varyantlarının geliştirileceği yer olan Doğu ve Güneydoğu Asya’ya taşıdı. Çin’de satranç taşları, yerli strateji oyunu Go’da olduğu gibi, içlerinden ziyade tahta karelerinin kesişme noktalarına yerleştirildi. Moğol lideri Timurlenk, Kale adındaki güvenli haneler barındıran 11×10’luk bir tahta yaptı. Japon shogisinde, ele geçirilen parçalar rakip oyuncu tarafından kullanılabilir.
Ancak Avrupa’da satranç, modern formunu almaya başladı. 1000 yılında, oyun, mahkeme eğitiminin bir parçası haline geldi. Satranç taşları, farklı roller üstlenerek uygun rolleri yerine getiren bir alegori olarak kullanılmış ve parçalara yeni anlamlar yüklenmiştir. Aynı zamanda, kilise oyunlardan şüphelenmeye devam etti. Ahlakçılar, haklı zamanlarını çok fazla bu oyunla harcamamaları için uyardılar hatta kısa bir süreliğine, oyun Fransa’da yasaklandı, oysa satranç yaygınlaştı ve 15. yüzyılda bugün bildiğimiz formunu aldı.
Nispeten zayıf olan danışman taşı, bizim vezir dediğimiz güçlü kraliçe oldu. Belki de güçlü kadın liderlerlerinin o zamandaki yükselişinden ilham alındı. Bu değişiklik oyunun temposunu artırdı ve diğer oyun kuralları yaygınlaştıkları zaman, oyun açılışı ve sonu taktiğini inceleyen bilim dalı ortaya çıktı. Satranç teorisi doğdu. Aydınlanma döneminde oyun, kraliyet mahkemelerinden kafelere taşındı. Satranç, cesur hareketleri ve dramatik oyunlara teşvik eden yaratıcılığın ifadesi olarak görülüyordu. Bu “Romantik” tarz, 1851 yılında Adolf Anderssen bir vezir ve iki kalesini feda ettikten sonra şah mat yaptığı ve “Ölümsüz Oyun” adını alan o oyunda zirvesine ulaştı.
Ancak 19. yüzyılın sonlarında resmi rekabet oyununun ortaya çıkışı stratejik hesaplamanın, dramatik bir yetenek kazandıracağı görüldü. Ve uluslararası rekabetin yükselişiyle satranç, yeni bir jeopolitik önem kazandı. Soğuk Savaş sırasında, Sovyetler Birliği, satranç yeteneğini geliştirmek için büyük kaynaklar ayırdı. ve bu, yüzyılın geri kalanında şampiyonluklara hükmetmelerini sağladı ama Rusların hakimiyetini bozacak olan oyuncu, başka bir ülkenin vatandaşı değil ancak Deep Blue isimli bir bilgisayar sistemi oldu. Satranç oynayan bilgisayarlar, zaten onlarca yıldır vardı ama Deep Blue’nun 1997 yılında Gary Kasparov karşısındaki zaferi bir makinenin, bir şampiyonu ilk kez yenmesiydi.
Bugün, satranç yazılımı sürekli olarak en iyi insan oyuncuları yenebilecek kapasitede. Fakat ustalaştıkları oyun gibi, bu makineler de insan zekası olan ürünler. Ve belki de aynı ustalık bizi bu şah mattan kurtarır.
Tamda aradığım konuydu elinize sağlık.